Abacıoğlu’ndan kendine dair...
Ressam Reyhan Abacıoğlu sanat dünyasında yeteri kadar tanınan sanatcılarımızdan.
Ankara’da Erenus Sanat Galerisinden açtığı 27. kişisel sergisinde, son eserlerini görme fırsatını ben de buldum.
Galerinin müdiresi ama bana göre “galeri cadısı” Rana Nazan Alhan, Abacıoğlu ile tanıştırdıktan ve “İzmir’li sanatcılar ne harikalar yaratıyorlar, gördün mü?” deyince ne demek istediğini anladım.
Zaten yazmak niyetindeydim.
Sanatcıdan kendi kendisini anlatmasını istemek ne kadar doğru bilemem ama bunu ben hep yapıyorum.
Hatta sık sık.
Abacıoğlu da kendi dünyasını kendi anlattı.
Önce tarzını şöyle anlattı:
“Tarzım, ekspresif-dışa vurumcu-taslaksız,doğaçlama çalışıyorum…Caz gibi…Başlangıçta yağlıboya çalışıyordum…Ama akriligi keşfettiğimde kendime en uygun materyali bulduğumu anladım.çalışma hızıma da uygundu”
İşte Abacıoğlu, işte sanat ve iç dünyası.
İşte pişmanlıkları ve sevdikleri.
Hataları ve sevapları…
Ben beğendim, umarım sizler de hoşlanırsınız bu tür yazıdan:
“1953 yılında İzmir’de doğdum…
Bir kıyı kasabası olan Dikili’de büyüdüm.
İlkokula başladığımda, okul koridorlarına asılı Van Gogh röprodüksiyonları, yepyeni bir dünyanın kapılarını açtı bana ( zaten eline geçen her gereçle -bir kalem, kiremit, kömür parçası- içeride ve dışarıda her yüzeye -duvarlar, kapı arkaları- birşeyler karalayan bir çocuktum. Başım az derde girmedi bu nedenle. O zamanlar bir resim görmek kolay iş değildi… Bilgisayar, televizyon yoktu…
Keşfettiğim bu yeni dünya, bana öyle bir kapı açmıştı ki: Bahçe.. Oyun.. Arkadaşlar… Hepsinden daha çekiciydi resim. Yıl boyu, teneffüs saatleri röprodüksiyonların başında geçti. Bir resmin içinde yitip gitmeyi o zaman öğrendim ve ressam olma kararımı ilk o zaman verdim sanırım!…
İçe dönük bir çocuktum.. Bir kez birşeyler istedim ailemden.. Bir arkadaşımda gördüğüm suluboyalar. Biz sadece kuru boyaları bilirdik o zaman… Babamın kente gidip, bu boylardan alması birkaç ayı buldu.. Ve o oniki renkli suluboya ve iki fırça. Hayatım boyunca aldığım en güzel armağandı benim için.
İlkokul sonrası altı yıl süren parasız yatılı süreç… Yatılı okul günleri.. Hayattan uzak.. Pekçok baskının olduğu. “Çocukluğun o soğuk geceleri” ve günleri… En iyi arkadaşlarım: Yatılı okul bahçesi, kedileri.. Ki şimdi, zaman zaman herhangi bir resmin bir köşesinde, aniden çıkıveriyor karşıma…
Lise bitimi… Hiç tereddütüm yok. Almam gereken eğitim belli, kararım net.. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi tüm isteğim. Ama, ailem peşinen karşı. O “zengin ve züppe çocukları”nın okuduğu okula!.. En baştan yolum kesiliyor.
Pişmanlık1: Şimdiki aklım olsa, kaçıp gider, sınavlara girerdim..
İtiraf1: İzmir Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü tek seçeneğim. Giriyorum ve şanslıyım ki, Şeref Bigalı gibi büyük bir sanatçı ve hocanın öğrencisi oluyorum…
Gençlik.. Biraz da geç gelen özgürlük.. Daha az çalışma, daha çok sokak.. deniz kıyısı..sinema ve aşk…
Pişmanlık 2: Şimdiki Reyhan daha çok asılırdı okula.. eğitime.. resme…
Mezuniyet sonrası bir yandan sanat eğitimcisi olarak çalışmak.. Anadolu.. küçük kasabalar.. küçük düşünce alanları.. insanlar.. yalnızlık…
Tek sığınak: Resim. Ve daima resim. Yaşadıkça, hayatla aramdaki dengeyi korumak için tek yolum.
Bu arada bir evlilik.. -şimdiki aklım olsa demeye başlasam da (neyse ki çabuk bitiyor)-
Vazgeçiyorum: Kızım.. Hayattaki en güzel resmim belki de..
Sanat kıskanç bir uğraş, kendinden başka ilgi alanının varlığını kabul etmiyor. Zorunlu kesintiye uğrayan çalışmalarım, üç beş yıl sonra yeniden başlıyor.
Yaşam kırıyor – atölyedeyim.
“Paylaşımsızım “
“Hayata sığamıyorum”
“Aşığım” – atölyedeyim…
Kısacası, her duygu durumu aynı mekanda, aynı edimde son buluyor.
Filmler.. Şiirler.. Metinler.. İnsanlar.. Aşklar.. Hepsi resmimi besleyen kaynaklar adeta….
İtiraf 2: Son yıllarda, sanki yaşadığım herşeyi bir resme kaynaklık etsin diye mi yaşıyorum diye sorguluyorum.
Aslolan hayat mı, yoksa sanat mıdır? Evet, belki de yaşamdan özümseniyor sanat. Ama benim için ilk sırada hep resim..
İyi bir sanatçı mıyım sorusunu kendime sormadım hiç. Yeteneğim elverdiğince, iyiyi yaptığımı biliyorum.
Geldiğim noktada mutlu muyum? Yaşamdaki amacımın, mutlu olmak olmadığını anlayalı çok zaman oluyor. Kısaca, mutluluğa evet ya da hayır demek, fark yaratmıyor bende. Kendimi aynı yerde buluyorum: Resimde.
Başka türlü yaşayabilir miydim?
Bilmiyorum. İşte tam da bu noktada; Başarı.. başarısızlık.. İyilik.. Kötülük.. Mutluluk.. Mutsuzluk.. Hiç sorgulanamıyor.
Üstelik ne yaptığından çok, yaptığını nasıl anlattığının ya da pazarladığının önemli olduğu bir çağda, bütün bu soruların anlamsızlığının da çok farkındayken…“
Yazar.. Sezai Bayar -Mayıs 25, 2009