REYHAN ABACIOĞLU’NUN RESİMLERİNDE  SOYUT DIŞAVURUMUN ANLAMI

                      REYHAN ABACIOĞLU’NUN RESİMLERİNDE  SOYUT DIŞAVURUMUN ANLAMI

Soyut resmin temel kuramcılarından Kandinsky ve Maleviç gibi ressamlar soyutluğu, bu –maddi- dünya ile sınırlandırmadan, imgesel ve itkisel eylemlerin öne çıktığı sanatsal bir söylem olarak kabul ederler. Nesnenin açılımlı çerçevesi, renkler ve transdantal bir yapının döngüsel oluşumu ile yaratıcılığa dönüşür. Kandinsky ve Maleviç resim sanatında nesnenin geri planda kaldığı, düşünsel soyutluğun içkinliğinde, var oluşun gizemli ve itkisel bir tema etrafında bir birliktelik yarattığını ifade ederler.    

Resim sanatında, soyutlama genel anlamda söylemek gerekirse, renklerin ve lekelerin eşliğinde çok katmanlı bir sezgiselliğin iç içe geçmişliği üzerine kurulur. Soyut resim belirli bir sınırlama getirmeksizin, izleyen ile arasında doğrudan bir bağ oluşturur. İzleyen, renklerin ve çizgilerin onu sürüklediği atmosferde, imgeler aracılığıyla orada kendiyle hesaplaşır. İmgesel bir soyutlamanın yarattığı bu atmosferin içinde teknik olarak renkler/lekeler/çizgiler yer alsa da, esas olarak yalınlığın varacağı son noktaya ulaşmak önemlidir. 
Reyhan Abacıoğlu’nun resimlerinde, soyutlamanın lirik ve ekspresif bir anlatımın görselliğini buluruz. Sanatçının soyut dilsel serüveni, optik bir kaygı gütmeden, dolaylı bir sezgiselliğin öncülüğünde, renkler ve lekeler ile donanımlı bir ifadeye bürünür. Doğadaki belirli formları eğip bükerek, onları renklendirerek, soyut bir dil eşliğinde yeniden yaratır. Özellikle kullandığı mavi tonları, beyaz ve gri ile çoklu bir öznellik ile karşı karşıya kalırız. Bazen de sanatçının tinselliğinin yoğunluğuna göre, bu kez kırmızı, yeşil ve kahverengi renkler öne çıkar. Her ne kadar soyutluğun sonsuzluğunda yer alsalar da, bazen sert ve inişli çıkışlı kesişmeler söz konusudur. Özellikle kırmız ve kahverenginin tonları izleyen üzerinde yoğun bir etkileşim bırakır. Her rengin özgürce ve ustaca kullanılmasıyla, lekeler ve renkler ayrışır, birleşir, tek bir öze dönüşür.  

Sanatçının resimlerinde; eşik-özne, özne durumu ve yükümsüz özne durumu arasında gerçekleşen, bilincin tam olarak açık olmadığı ve kısa süren bir geçiş durumuna işaret etmektedir. Bu tür öznenin kararsızlığı, arada kalması,  çoğu kez, onu temsil eden kişinin tinsel durumunu da gözler önüne serer. Ancak dikkatli bir izleyici kısa bir süre sonra tuvaldeki çok katmanlı yapıyı aralayacaktır. Orada her renk katmanında gizlenmiş duyguları birer birer çözmeye başlar. Resimlerdeki lekeler kendi aralarında soyut bir dil oluşturdukları gibi, renklerin yansımaları ve birbirleriyle olan ilişkileri de bu soyut dili ivedilikle lirizme çevirir. Coşkulu bir müzik tınısı kulağınıza geldiğinde, bestedeki notalar gibi renklerin de yarattığı soyutlamayı görürsünüz. Renkler tuvalde gözlerinizin önünde uçuşmaya başlar, birbirleriyle temaslarında yeni renkler ve yeni açılımlar belirir, devamında sözcüklerin yerini soyut bir dil alır. İşte o andan itibaren maddi olan her şey gözlerinizin önünden çekilir ama bu mistik ve anlaşılmaz bir atmosfer sunmaz size. Tam tersine, anlaşılır ve manalı bir tema ile karşılaşırsınız. Günlük yaşamın çok ötesinde, evrensel bir temanın izlerini takip edersiniz.   
Reyhan Abacıoğlu, renksel/lekesel bir görsellik ile işlerlik kazandırır resimlerine. Biçimlerin, nesnelerin her biri farklı renklere anlamlara/dönüşmeye başlar, şiirsel bir atmosferin eşliğinde oluşan soyutsal bir dilin egemenliği ortaya çıkar. Psikolojik bir itkiselliğin duygusal/güdüsel etkisi hemen görülür. Lekelerdeki dengeler belirgin olsa da, A priori bağlamında ilk olarak agnostik bir felsefi yapıyı gözlemleriz. İzleyicinin kendine yönelik sorular sorması ile devam eder bu durum. Bazen dengeniz bozulur, lekeler ve renkler ise, sizi duygusal ve itkisel bir boyuta çeker. Burada yeniden çoklu özne karşımıza çıkar. Her bir renk ve leke dışavurumun kendisidir aslında. Burada edilgin-edilgen çatışkısı, oto-hipnoz ile tanımlanan derinlik nedeniyle tuval sizinle konuşmaya başlar. Ancak bu konuşma, bilinen dilsel bir tanımlama ile değil, soyutluğun yarattığı anlamsal ve imgesel bir sezginin öncülüğünde gerçekleşir. Ontolojik anlamda ise, şimdilerde fizikçilerin dile getirdiği “sicim kuramını” anımsarız. Bu kurama göre, maddeyi oluşturan parçacıklar değil, tıpkı keman tellerine benzeyen çok küçük boyutta yer alan (hacim ve ağırlığı yok denecek kadar azdır) titreşimlerdir. Sanatçının resimlerinde de buna benzer bir dalgalanma sonucunda, parçacıkların (lekeler) dibine inildiğinde (renklerin) karşımıza soyut bir boyut çıkar. Tablolardaki her bir kesişme, kendi içinde sakladığı sonsuz sayıdaki oluşumun yetkinliğe dönüşmesini sağlar. 
Resimlerde belirli bir simetri, grafik, nesnel, figüratif bir ifade göremezsiniz. Aslında bunların tümünü kuşatan, varlık ötesi bir anlamsal boşluğun içine çeken, o kocaman boşluğun renkler/lekeler ile doldurulmasıyla lirik bir devinim söz konusu olur. İşte bu kuşatma sayesinde, her şeyin “bir” olduğu ve bu “bir”den çoğaldığı ve yine “bir”e geri döndüğü anlamsal bir ifadeyi sezinleriz. 

Resimlerin teknik yapısı bir yana, işlevsel ve düşünsel derinliği kişide çoklu özne duygusu yaratır. Bireyin duygusal bir coşku yaşadığı anlarda, karşısındaki renklerin/lekelerin eşliğinde bir tür arınmaya giden yolculuğu da başlamış olur. Figür ve nesnelerin yer almadığı resimlerde, psikolojik derinlik esastır; varlığın özüne inmek ve oradaki en temel duygulara seslenmek ister sanatçı. Jung’un ünlü arketipleri gibi, bir duygunun tetiklenmesiyle oluşan minik bir kıvılcım bir anda devasa bir boyuta dönüşür. Primitif bir yapının temeline inmeye çalışan, orada doğuştan var olduğuna inanılan gizlenmiş güdülerin, duyguların tetiklenmesiyle yeni bir kişilik çatışkısı karşımıza çıkar. Soyutsal bir dilsel serüven ile varlığın özüne yaklaştıkça, arınma başlar, bireyin bilinçaltındaki yapısı kendini gösterir. İşte burada çoklu özne dip dalgası yeniden belirir, ontolojik ve epistemolojik temanın formsal olmaktan uzak, sezgisel bir tanımsallığın belirdiğini görürüz. Zihinsel algılama ile oluşan bu belirginlik, felsefi bir içerikle bütünleşir. Resimlerini “açık form” diye de tanımlayabiliriz. Sanatçının resimlerinde “gözün” çerçeve dışına kayması, renkleri ve lekeleri takip etmesiyle oluşan bu teknik/içerik böyle bir gözlem yapmamızı doğruluyor. 
Malevieç’in nesnesiz dünya kavramı ile soyut resmin kuramsal ve pratik açıdan baş göstermesi söz konusudur. Nesnelerin ve biçimlerin/formların ortadan kaldırıldığı, bunların yerine çoklu özne tanımsallığı ile doğrudan ya da dolaylı bir yoldan izleyici ile iletişim kurulabilen resim anlayışı öne çıkmıştır. Nesneler/objeler/figürler renkler ve lekeler ile itkisel bir soyutlamaya dönüşür. Sanatçının sıkça kullandığı mavi, gri ve beyaz renkleri bir sinema filmini andırırcasına önünüzde resmigeçit yapar. Film kareleri renklerle betimlenirken, soyutsallığın dipsel dalgası ise, tıpkı 25. Kare gibi dolaylı bir yoldan duygularınızı harekete geçirir. Var oluş-yok oluş, insan-nesne, insan-doğa çatışkıları başlar ve sonunda her şey yalınlaşmaya yönelir artık. Renkler ve lekeler seyredildikçe, en arkada (en dipte) sizi bekleyen bir tek şey kalmıştır: Var oluşun teması! İşte orada, siz bu soyutsal gerçekliği, felsefedeki “Yaşam Ağacı” gibi dışarıda değil, kendi içselliğinizde bulursunuz. O aradığınız “şeyi” bulduğunuzda, arınmanın ve tekliğe dönüşen temayla karşılaşırsınız… Bunun bir yerde kendinize yönelik bir “ayna” tuttuğunu da söyleyebiliriz. Kişinin yüzüne taktığı maskelerin her biri renkler ve lekeler seyreldikçe yüzünden kayar, sonunda gerçek yüzü belirir. İşte bu gerçeklik teması ile resimdeki gördüğü son nokta aynı şeydir diyebiliriz…  
Reyhan Abacıoğlu’nun resimlerinde görselliği, Geştalt Kuramı’nda olduğu gibi parçaları birleştirmek yerine, bütünselliği görmek ve tanımak için, renklerin ve lekelerin içselliğine yoğunlaşmanız gerekir. Belirgin bir form ya da biçim kaygısı gütmeden, varlığın özünü renklerin/lekelerin arındırmasıyla yaklaşabileceğine inanan bir sanatçıdır, Reyhan Abacıoğlu.    

Kandinsky, resimlerinde soyutlamayı sıradan bir geometrik şekli ya da bir çizgiyi, bazen bir harfi esas alarak başlar, sonrasında işlerlik kazanan bir soyutlamaya kadar götürür. Sıradanlığın bile en dibinde hatta onunla temas halinde olan her şeyin bir bütünün parçası olduğu kozmik bir öğretiyi buluruz resimlerinde.  Kandinsky, Cezanne için şunları söyler: “Cezanne bir çay fincanını ruhu olan bir yaratığa dönüştürmeyi, daha doğrusu, bu fincanda bir ruh görmeyi becerdi.-Sanatta Zihinsellik Üzerine/s.40” Reyhan Abacıoğlu ise, nesneden tinselliğe ulaşmak yerine, soyuttan somuta geçmek, sonrasında soyutun arındırılmış son halini tanı(t)mak isteyen resimler yapıyor. R. Abacıoğlu’nun resimleri somut-soyut çatışkısı yerine, bir izlek eşliğinde nesneleri çerçeve dışında bırakarak, renklerin oluşturduğu soyutluğu görmek/tanımak/bilmek isteyen bir anlayışı temsil eder. Onun varmak istediği son nokta, tuvaldeki tüm renklerin/lekelerin silindiğinde ortaya çıkan “şeydir” artık. İzleyenin kendi varacağı bu son nokta, onun kendi tinselliğinin temsilidir aslında…  

Reyhan Abacıoğlu, tuvalinde öncelikle tek bir lekeden yola çıkıyor, sonrasında bu lekeyi diğerleri izliyor. Resimlerde metafor bir yaklaşımın ipuçlarını da görürüz. Formlar ve nesneler itkisel bir doğaçlamanın oluşturduğu, yarı rastlantısal bir işlevselliğin izdüşümüyle belirginleşir. Septik bir dezenformasyonun ve zihinsel algılama kaygısı taşıyan bir ifadenin dışında kalan bir betimleme bütünselliğini görürüz. Ben’lik ile üst/Ben arasındaki ilişkinin, soyutsal dışavurumun öncülüğünde, var oluşun yok oluşla olan bağlantısal gizemi üzerine yoğunlaşır resimleri. Bir yandan sufiliğin içsel yapısına yaklaşırken, diğer yandan da maddenin ve nesnenin dışarıda kaldığı, soyut bir dilsel atmosfer oluşur. Şiirsel bir dille renkler/lekeler bilinen formların dışına taşar, maddeyi/nesneyi oluşturan tinselliğin belirginliği söz konusudur. Her cansızda bir tinsellik arayışın, gerek sufilikte gerekse soyut resimde önemi yadsınamaz. Sanatçı bu gerçekten hareketle, resimlerinde teklikten çokluğa ve oradan da yeniden tekliğe dönüştüren devasa bir boyut getiriyor karşımıza. Başlangıç ve son arasındaki gizemli ilişkiyi, “bir” ve “çok” olanla zihinsel algılama ile tümevarıma yöneliyor. Tıpkı Kandinsky gibi teklikten çokluğa dönüşürken, bu kez çoklu özne tanımsallığı, bireyin psikolojik dünyasına da giriş yapıyor. 

Reyhan Abacıoğlu, genel olarak büyük boy resimler yapıyor. Onun tuvalleri büyük olunca, kullandığı spatula/irili ufaklı fırçalar gibi araçlar ile çalışıyor. Renkler/lekeler bazen iç içe geçen çizgiler/kıvrımlar/döngüler ile geniş/dar/ince/kalın boyutlu bantlar ile oluşuyor. Söz konusu bantların hem kendi içlerinde hem de diğerleriyle kesişmeleri görsel bir şölen sunar. Renklerin yarattığı sihirli bir yapının karşısındaymış gibi duyumsarsınız. Her bir renkli bant kendi kulvarını ve kendi içselliğini yaratırken, izleyeni kışkırtan, düşündürten, duygulandıran, kendisine yönelten sorular sorar, izleyenin sorularını yanıtlar. 
Resimlerdeki işlevsellik salt sufilik, nirvana, benlik çatışkısı ve izleği yaratmaz. Zihinsel algılama ile döngüsel bir yapının psikolojik yetkinliğini de gözlemleriz. Üst benlik teması burada karşımıza çıkar. İnsanın doğrudan içine gömüldüğü, kendi tinselliğinin diplerinde var olduğuna inandığı en ilkelden en gelişmiş duygulara kadar uzandığını söyleyebiliriz. Tek bir lekenin gerek izdüşümü gerekse metafor bir ifadenin öncülüğünde, psikolojik bir itkinin yapısallığını anlatmaya çalışır. 
Sanatçının resimleri soyutsal bir arınma ile tanımlanabilir. Benliğin işlevsel olmakla birlikte yetkinsel sezginin ontolojik anlamda edilgin bir yaratıcılığı söz konusudur. Soyut bir dil serüveni ile başlanan renk ve leke ikilisi, arınmanın ve yalınlığın birlikteliği ile kendi içlerinde küçük parçalara bölünürler. Orada nesnenin ve maddenin en saf ve en duru halini görebilirsiniz. Var oluşun temel kaynağı olan o “şey” insanın ben ile üst ben arasındaki bağlantısıdır. Resimlerdeki irili ufaklı, geniş ve dar kesişmeler, ayırımlar, dalgalanmalar, birleşmeler hep bir bütüne varma isteğinden kaynaklanır. Soyutun en dibine inmeye yönelik bir çağrışımdır. Ancak orada neyle karşılaşacağınız belirsizdir, hatta anlamsız da olabilir. Tıpkı kuantum fiziğinde olduğu gibi parçacıkların ne zaman ve nereye geçeceğini bilemediğiniz gibi… Sanatçının resimlerinde böylesine bir sezgisellik ile başlayan ve devamında ise, bütünün dibindeki en yalına ulaşmak isteği bir yerden sonra karşımıza başka soru(n)larla çıkar. Resimlerdeki bu tür dalgalanma ya da kesişmeler diyelim, yalınlık başladığında bu kez duru bir atmosfer belirir. Entropi’yi anımsatan bu yapı çözülmeye başladığında karşımıza alabildiğine düşünsel derinliği olan devasa bir soyutluk çıkar. 
Sanatçının resimlerinde zaman ve mekân belirsizdir, maddi olan hiçbir şey bulunmaz. Doğrudan salt bir soyutsal imgeler varlığını sürdürür, renkler/lekeler aracılığı ile belirgin bir tanımsallık kendini gösterir. Bilinen tüm nesneler, algıladığımız zaman ve mekân kavramları sanatçının resimlerinde geçersizdir. Onun resimlerinde belirli bir sınırlama yoktur. Her resmi sanki çerçevenin dışına taşacakmış duygusu yaratır. Bu yoğunluk iç içe geçmiş renkler/lekeler aracılığıyla olsa da, soyutlamanın kendine özgü yapısı ve tekniği sayesindedir.
 
Reyhan Abacıoğlu, kendine özgü bir sanatçıdır. Onun resimlerinde soyutlamanın içkinliğini görebilirsiniz. Sufilikte olan batini-zahiri ayrışması, bir yerden sonra ezoterik bir yapılanmaya yönelir. Sembollerin yansıtmasıyla ortaya çıkan sezgicilik ile soyutun arkasındakine yaklaşım söz konusudur.
Reyhan Abacıoğlu’nun resimlerini tanımak isteyenler, renkler ve lekeler aracılığı ile yarattığı soyut bir dille karşılaşacaktır.           

Tufan Erbarıştıran  
Mayıs / 2018