Gücünü sanattan alan aktivist bir kadın ressam

Reyhan Abacıoğlu yerelde bir değerden çok, uluslararası arenada da Türkiye’yi temsil eden, İzmirli büyük bir sanatçı. İzmir’deki atölyesinde ben sordum, o tüm sıcaklığıyla, samimiyetiyle, kendisine hayran bırakan bilgeliğiyle anlattı. O mutlu günün yazı halidir bu röportaj…

Ceren Atasoy: Sizinle ilgili internette çok fazla bilgi yok. Hatta daha önce yapılmış röportajlara bakayım, sorulmuş soruları soramayayım dedim röportaj da bulamadım.

Reyhan Abacıoğlu: Evet o konuda eksiğim biraz. Bir sürü şeyi işler hale getiremedim daha. Bir de ben bunlarla uğraşmayı hiç sevmiyorum. Sağ olsun, çeşitli sergilerimizde küratörümüz olan Özer Ulukaya, bir web sayfası düzenlemiş bana, minnettarım gerçekten (gülüyor). Öğretti neyi nasıl yapacağımı ama ben öğrenemiyorum.  Yapamıyorum. Ben sadece resim yapmak istiyorum.

 

C.A.: Ama biz sizin gibi bir sanatçının fikirleriyle de muhatap olmak istiyoruz. Resim her ne kadar kendinizi anlatma diliniz de olsa ortak kabul görmüş konuşma/metin yazını da sanatsever ve sanat dünyası için önemli.

R.A.: Doğru, haklısınız. E bu röportajla başlayalım madem.

C.A.: O zaman, kendinizi sanatla ifade etme ihtiyacınızı konuşarak başlayalım. Sizce bu tercih edilebilir bir yol mudur yoksa bir zorunluluk mu?

R.A.: Bu soruyu ben hem kendime, hem de çevremdekilere soruyorum ve öyle sanıyorum ki başka çarem olmadığı için sanatçıyım. Gerçekten içgüdüsel olarak bunu yapmak istiyorum. Bunun dışında bir şeyleri iyi yaptığımı/becerebileceğimi de sanmıyorum. Buna mahkumum aslında, yaşamla aramdaki dengeyi kotaran şey bu. Bir de sanatçılarda sanki altıncı bir duyu organı var ve varoluşun tüm sancılarını bu sayede, diğer insanlardan daha fazla hissediyorlar. Bu da bir birikim yaratıyor ve dışavurumu da sanatla oluyor. Ne yazık ki tanıdığım bazı insanlar var, onlarda da bu duyarlılığı görüyorum ama kendini ifade edebileceği bir sanatsal faaliyet yetisi yok ve duyarlılığı onu, başka şeylere itiyor. Alkolizme ya da uyuşturucuya yöneliyor. Ben hep şükretmişimdir; iyi ki resim yapabiliyorum! Bütün bu hissettiklerimle, dünyaya dair, var oluşa dair algıladıklarımla, kendimi ifade edecek bir alan bulamasaydım kim bilir ne olurdum?

C.A.: Şu an geldiğiniz noktaya elbette kolay gelinmiyor. Bu sürecin acıttığı incittiği yerler ya da yaşattığı tatmin? Biraz da o yolu anlatabilir misiniz?

R.A.:Türkiye’de sanatçı olmak çok kolay iş değil. Geçen gün Psikologlar Derneği’nin düzenlediği performans sanatçısı Marina Abramoviç ile ilgili bir sunum izledim. Kendine zarar veren, canını acıtan işler yapıyor. Buradan hareketle sanatçıların mazoşist bir taraflarının olduğunu da söylemek mümkün. Bu denli karşılığı olmayan bir toplumda bu kadar büyük bir çabayla sürekli çalışmamız belki de bunun en belirgin örneği. Karşılık derken bunu sadece maddi olarak düşünmeyin, algılayıp paylaşabildiğin insan sayısı da çok önemli. Hep sorarım kimin için resim yapıyorum diye… Kaba bir dünya var; saldırgan, tahripkar… Dünyayı güzelleştirmek gibi bir çabası da var sanatçıların. Gidererek çirkinleşen bir dünyada her gün inancını tazelemen gerekiyor.

C.A.: Siz Türkiye’de sanatçıların kamuya açık alanlarda performans sergilemesini kültürel açıdan mümkün görüyor musunuz? Biz sanatı, sanat haliyle sansürsüz kabul edebilecek bir toplum muyuz?

R.A.:Şu an mümkün görmüyorum çünkü bunun eğitimle doğrudan bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Yurtdışında anaokulu çocuklarını müzelerde, eserlerin önünde oturup eseri anlamaya çalışırken bulabilirsiniz. Bizim toplumda sanat eğitimi diye bir şey yok bir kere. Öyle haftada bir saat iki saatlik resim, müzik benzeri derslerle bu iş olmaz. Televizyonu açtığınızda, ki ulaştığı kitle düşünülürse önemli bir eğitim aracı olabilir, toplumu geriye götüren programlar görüyorum. Yok gelin kaynana yok mutfakta bilmem ne… Bunlar iğrenç. Bunlarla ne sanat olur ne bu toplum ileriye gider. Bu ülkede ciddi bir eğitim açığı olduğunu düşünüyorum. İşe oradan başlamak lazım.

C.A.: Neler yapılabilir peki?

R.A.:Neler yapılabilir? (gülümsüyor) tabii eleştirmek kolay çözümleri bulmak çok zor.  Var olan sistem üzerinden mi konuşayım yoksa bir ütopya mı anlatayım?

 

C.A.: Ütopyanızı da duymak isterim tabii ama var olan üzerinden yönlendirici, zihin açıcı fikirlerinizi bu noktada daha anlamlı buluyorum.

R.A.: Ben 22 yıl ortaöğretimde öğretmenlik yaptım. Derslerim sadece resimle sınırlı kalsın istemiyordum. Temel bir sanat yakınlığı oluşturabilmek için, mutlaka müzik dinletirdim. Başlangıçta alışık oldukları, pop ya da arabesk müzik dinletmiyorum diye tepki aldım çocuklardan. Ama ben hep onlara doğdukları andan itibaren evlerinde bu müzik dinlenseydi bu müziği seveceklerini anlatmaya çalıştım. Çünkü bu bir kulak eğitimidir. Pink Floyd da dinletiyordum bu arada, (gülüyor) protest bir taraf da gelişsin diye… Onlar resim yaparken kitap okuyordum. Hem görsel bir model olabilmek hem de edebi bir eserden paylaşımlar yapabilmek için. Hoşuma giden bir cümleyi, bir bölümü onlarla da paylaşıp kitaba merak ve ilgi duymalarını sağlardım. Benim kitaplığımdaki kitapların çoğu yıpranmıştır, çok severim paylaşmayı. Pırıl pırıl tertemiz kitaplardansa, okunmuşluğun izlerini taşıyan kitapları tercih ederim. Böyle böyle, edebiyata, müziğe yaklaştırmak istedim öğrencilerimi. Tabii ailelere de çok iş düşüyor. Çocukların odalarında son teknoloji bilgisayarlar, en pahalı mobilyalar var ama çocuğun ruhunu besleyecek orjinal bir resim yok. Oysa ulaşılmaz şeyler değil bunlar. Orjinal eser alamazsın da baskı alırsın ama gidip Ikea resimlerine para vermezsin…

C.A.: Sizin hayatınızda öyle bir kırılma anı, ya da kırılma yaratan biri oldu mu?

R.A: Şöyle örnek vereyim. Benim çocukluğum Dikili’de geçti. Dikili o zamanlar küçük bir balıkçı kasabasıydı. Küçücük bir ilkokulu vardı ve okulun uzun koridoru boyunca Van Gogh röprodüksiyonları asılıydı. Eski okul müdürü astırmış. O resimler içimde öyle kapılar açtı ki her teneffüs, o resimlere bakarak kendimden geçiyordum. Bahçe, oyun falan yoktu gözümde, varsa yoksa o resimler… Ressam olma kararımın temelinde belki de bu var.

C.A.: Bir de öğretmenleri eğitme kısmı var değil mi? Sanatı gerekli görebilmesi için onda bu alt yapının olması lazım.

R.A: Şimdi öğretmenlerin vizyonu çok zayıf. Tabii ki bizim zamanımızda güçlü, iyi öğretmeler vardı ama sanatsal anlamda onların da vizyonları dardı genelde. Resim, müzik derslerinde matematik, tarih gibi başka dersler yapılırdı. Ama ben hep minnet duydum kendi okulumda duvarları kaplayan o resimler var diye. Sonradan da, o okul müdürünün benim büyük dayım olduğunu öğrendim. Diğer dayım da ressamdır, tanırsınız belki Güven Zeyrek…

C.A.: Genlerde var demek ki…

R.A: Galiba öyle, annem de çok yetenekliymiş hep anlatır. Tabii şartlar gereği iş hayatına hemen atılması gerekmiş falan filan… Ama dediğim gibi, ben bu duygu birikimiyle başka bir şey yapamazdım zaten.

C.A.: Peki bir sanatçı olarak sanatı ulaştırma noktasında sorumluluk hissediyor musunuz?

R.A: Tabii ki, hissetmez olur muyum? İnsanlar anlamaz ya da gelmez diye, kenara çekilemeyiz. Anlatmaya çalışmalıyız. Sanatı insanlara yaklaştırmalıyız. Mesela Güzelbahçe’nin yaka mahallesinde, çok da sevdiğim bir yerdir, kullanılmayan bir zeytinyağı fabrikasında bir sergi düzenledik. Sloganımız “sanat her yerde” idi.

C.A.: Peki soyut resmi herkese anlatmaya çalışmak daha mı zor? Sanki yaklaşım, ‘ne var ya bunu ben de yaparım’ şeklinde oluyor.

R.A: Öyle ne yazık ki, soyut resmi anlamak başka bir entelektüel birikim gerektiriyor. Önce sanatı algılayıp özümseyeceksin, sonra soyutu hissedeceksin. Figüratif dönemlerim de oldu ama ben artık figürden kurtulmaya çalışıyorum. Benim için çok heyecan verici. Karşımda, neye dönüşeceğini bilmediğim beyaz bir tuval, bir yolculuğa başlamak gibi… Bir de ben taslaksız çalışıyorum. Resmettiğim şey, O anın duygusu. O an, o süreç önemli yani. İyi bir resim yapmalıyım diye başlamıyorum. Öğrencilerime de bunu söylüyorum; iyi bir resim yapacağım kaygısını bir kenara bırakın, önce keyif almaya bakın. Boyalarla oyun oynamayı bilin. Önce bozun. Ben önce bozmayı öğretiyorum, resim yapmayı değil. (gülüyor)

C.A.: Renklerle ilgili özel bir tercihiniz ya da onlara yüklediğiniz sizin için özel bir anlam var mı?

R.A.: Tuvalde yok ama giyimimde var. Siyahtan başka bir renk giyemiyorum. Siyahla çok uyumluyum beden olarak (gülüyor) hiç unutmuyorum bir keresinde Ankara’daki bir sergimde, demek ki ruhsal olarak dinginlik yaşadığım bir dönemdi, son derece açık uçucu renkler giymiştim. Sergül, çok yakın arkadaşım, geldi “Reyhan, sen Nirvana’ya mı erdin?” dedi. (gülüyoruz) O kadar zordur yani başka bir renk giymem. Tuvaldeyse her an her şey olabilir. Ressamım, renkler elimin parmakları gibi hangisini ayırayım?

C.A.: Üçüncü boyut ihtiyacı duyuyor musunuz peki? İlerde heykele yönelmek gibi bir fikir ya da hevesiniz var mı ?

R.A.: İstiyorum aslında. Eskiden beri bir üçüncü boyut ihtiyacı hep olmuştur bende ama şu iki boyutla ilgili sorunlarımı bir halledebilsem (gülüyor) üçüncü boyuta da geçeceğim…

C.A.: Sanatın insanı dinginleştiren ve hatta olgunlaştıran bir tarafı var bence ama “sanata gelene kadar…” diye de bir söylem var. Sanat ve ekonomi ilişkisini değerlendirmenizi istesem?

R.A.: Sanat bence çok önemli bir eğitim aracı. “Sanata gelene kadar”’ı yanlış buluyorum tam tersi sanattan başlamak gerektiğini düşünüyorum. Ama mesleğim gereği de böyle bir şey düşünüyor olabilirim tabii ki, görüşler farklı olabilir…

 

C.A.:  “Sanata gelene kadar” serzenişinde “insanların karnı açken nasıl sanat düşünsünler?” de var tabii…

R.A.: E tabii. İnsan açken karşısındaki bir güzelliği fark etmeyebilir. Ama günümüzde doğa içinden sanat yapmak diye bir kavram var yani sanat o kadar uzağımızda değil. Bakın şurada bile (masanın üstünü gösteriyor) sanatsal bir süreç yaratılabilir. Sanatın sadece sanatçılara özgü bir şey olduğuna da inanmıyorum. Sanat herkesin… Yaratma duygusu hepimizin içinde var ama bazılarında daha baskın. Bir de yetenek ve bu güdü kadar önemli bir şey var ki o da  “entelektüel bagaj”. Geçen bir arkadaşıma öz eleştiri yaptım. Dedim ki; “yaşlandık diye atölyeden çıkıp hemen eve geliyoruz, ayaklarımızı uzatıyoruz gün bitiyor. Ama eskiden tüm etkinlikleri takip ederdik, her oyunu, her konseri izlerdik.” Seneye kendime söz verdim. Tüm etkinlikleri takip edeceğim. Yoksa o entelektüel bagaj boşalır, o boşalınca, resmin arkası da boşalır. Bizi besleyen kaynaklarımızı unutmamamız lazım.

C.A.: Var mı bir başucu kitabınız?

R.A.: Olmaz mı! Küçük Prens vardır mesela, dönüp dönüp okurum. Bilge Karasu’nun kitapları, Aslı Erdoğan’ın kitapları… Bir tane değil ki çok var. Ben bir sürü şeyi okuyamadan öleceğim diye üzülüyorum.

C.A.: Sizce sanatçıyı besleyen ortam sanatsever sayısını azaltır mı? Ya da refah içinde sanata ilgi artarken sanatçının üretim gücü düşer mi?

R.A.: Düşmez bence. Resmiyle daha çok ilgilenen insanların varlığı sanatçıyı motive eder. Mesela benim için bir resim satışı demek öncelikli olarak elime geçen parayla alabileceğim yeni malzemeler demek.

C.A.: Peki içeriğin dolması?

R.A.: Yine sanatla olur benim için. (bir süre düşünüyor) ama atlamayayım hayatla da olur. Hem sanat hem hayatın kendisi içeriği doldurur. Bir arkadaşımla yaptığım nefis bir sohbet de besler beni. Mesela 1994 senesiydi galiba, iki arkadaşımla atölyede çok güzel bir sanat sohbeti yaptık. Gecenin bir yarısı oldu herkes çıkıyor, “e hadi” dediler bana da. Ben o kadar dolmuştum ki kalıp çalışmayı tercih ettim ve o gece çok kısa sürede bir resim yaptım. Sonra da o resmim Dyo’nun resim yarışmasında ödül aldı. Yani doğru beslendiğinizde dışavurumu da hızlı olabiliyor.

C.A.: Biraz da İzmir’i konuşalım mı? İzmir’in ilginç bir sanatseveri var değil mi?

R.A.: Öyle. İzmir bir keyif şehri. Hep rakı balık, sohbet üzerine bir keyif algısı var. Bazen bir masada bırakılan yemek parası orijinal bir resim alabilir. Ama tabii duyulan ihtiyaca bağlı. Başak Sigorta’nın galerisi vardı, çok da iyi bir galeriydi. Ben yıllarca onun başındaydım. O dönemde büyük araştırmalarla, uğraşlarla kolleksiyonerlerin adreslerini telefonlarını buldum. Hepsine ulaşmaya çalıştım. Yüzde almıyorduk satışlardan, tüm kazanç sanatçıya aitti. Kokteyl, duyuru vs, yapılacak ne varsa Başak Sigorta yapıyordu, tamamen bir kültür hizmeti yani. Kolleksiyonerlere de anlatmaya çalıştım, yüzde almadığımız için İstanbul’dan almak yerine bizden gelip alabilirsiniz diye, fakat hiçbiri gelmedi. Ben bunun üzerine düşündüm ve şöyle bir sonuca vardım; bir galeriye, bir danışmana bağlanmışlar ve o ne derse nasıl, bir yol haritası çıkarırsa ona göre hareket ediyorlar. Sen ne yaparsan yap İzmirli bir sanatçının bile işini gidip İstanbul’dan almak daha enteresan geliyor onlara. Ama ne yapmak gerekiyor bilemiyorum.

C.A.: Bu algıyı yıkmak için yerel yönetimlere de iş düşüyor galiba, ne dersiniz ?

R.A.: Öyle galiba… Ben Tunç Soyer’den çok umutluyum. Daha önce Seferihisar Belediye Başkanı iken, uluslararası bir sempozyum yapmıştık. Çok keyifli çok başarılı bir iş oldu. Tunç Soyer, vizyonu geniş, sanatın önemini bilen bir insan. Sanıyorum İzmir için bu anlamda bir hareket gelecek. Bu kadar bastırılmışlık, engellenmişlik hissi…Biz iyi şeyleri çok özledik bu dönemde.

Ceren Atasoy: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Reyhan Abacıoğlu: Giderek kötüleşen şu dünyada, resim yapma isteğini hep taşıyabilmek… Dostoyevski’nin o sözünü çok önemsiyorum; “Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı, sevmekle başlayacak her şey.” Hala bu umudu taşıyabilmek istiyorum, her koşulda…

piece of art news
Ceren Atasoy | 05 Temmuz 2019 |